Türkiye’de geçmişten bugüne plan ve ekonomi

23.02.2018 08:54
Bu hafta Kalkınma Bakanlığı, 11. 5 Yıllık Kalkınma Planı’nın tanıtımını yaptı. Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde gerçekleşen tanıtımda Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Kendi özgün planları olmayan milletler, başkalarının planlarının parçası olmaya mahkûmdur” derken, hiç şüphesiz ki devletin baştan sona planlayıp, yönlendirdiği bir ekonomi anlayışına vurgu yapmıyordu. Burada, insan merkezli, kapsayıcı büyümeyi hedefleyen, teknoloji ve üretim odaklı, bağımsız bir ekonomi anlayışı vizyonu ve bunun hedefleri ortaya konuyordu ki bu, 2023 hedefleriyle örtüşen bir niteliksel bir dönüşümü de kapsıyordu. 

'Bağımlı' dönem!
 
Türkiye, kâğıt üzerinde “Planlı Dönem” denilen ama doğrudan IMF reçetelerinin ekonomiyi yönettiği bir dönem de yaşadı.
 
Türkiye’de planlı döneme adını veren 27 Mayıs askeri darbesinden üç yıl sonra yürürlüğe konulan planlar, geleneksel Keynesgil büyüme teorisinin tasarruf-yatırım eşitliğini esas alan, üretim faktörleri arasında mekanik ilişkiler kuran ve kapalı-ulusal bir ekonomide bile teorik olarak sürdürülemez olan modellere oturtulmuştur. Bu modeller, 1929 krizinden sonra geliştirilen devletçi uygulamaların modellemesinden ibarettir ve dinamik, dışa açık ekonomilerde uygulama imkânları yoktur.
 
Bu kalkınma planları, iç tasarrufların sanayiye aktarılması üzerine bina edilen bir büyüme modeli üzerinden kurgulanmıştır. Bu da haliyle diğer sektörlerden, özellikle tarımdan sanayiye yoğun bir kaynak aktarımını ve kırdan “plansız” şehirlere göçü de gündeme getiriyordu.
 
Bu modellerde, iç tasarrufların yetmediği zamanlarda sistem yoğun bir kaynak sıkıntısı çekmekte ve bu da döviz darboğazı olarak gündeme gelmekteydi.
 
Devlet, “plan” gereği, hem üretici olarak hem de yatırımcı olarak ekonomide belirleyici olmuş, KİT’ler bu dönemde ithal ikamesi uygulayan “yerli” sanayiciye dışsallık sağlayan ekonomi oyuncuları olarak devreye girmiştir. Devlet İktisadi İşletmelerinin verimsizliği ve özel sektörün kaynak sorunu, Türkiye’de sanayi ara malı ithaline dayalı üretimi yapısal bir sorun olarak sürdürmüş ve planlı dönemde ithal ikamesinin bir üst aşamasına geçilememiştir. (Yani “montaj sanayii” dediğimiz durum.) Bu yapısal sorun bugün dış ticaret açığına bağlı cari açığın en önemli tarihsel-yapısal nedenlerinden biridir.
 
Bütün bu dönemde, içe dönük ithal ikamesi, teknoloji ve dövize bağlı bir sanayi yapısı oluşturmuş, Birinci Beş yıllık Plan dönemi haricinde ithalat eğilimini düşürememiştir.
 
Buradaki temel etken, ithal gereksinimi çok yüksek dayanıklı tüketim malı sektörünün hızla genişlemesi olmakla birlikte, yatırım malları üretiminin ara malları üretimindeki gelişmeden geride kalması nedeniyle faturası ağır ithalatı zorunlu kılmasıdır. Tabii ki bütün bu dönemde, sanayinin ihracatı yok denecek kadar azdır ve döviz ihtiyacı dışarıdan borçlanarak, IMF çıpası ile sağlanmaktadır. Böyle olunca, bu modeller, hızlı bir enflasyon-devalüasyon sarmalı üretmiş ve Türkiye, dışa bağımlı bir tüketim-borç ekonomisi olarak seksenli yıllara ulaşmıştır.
 
Örneğin, planlı dönemin başında, yani 1960’da enflasyon yalnızca yüzde 5 idi. Türkiye, 1971 askeri darbesine giderken, 1970’de ise enflasyon yüzde 20’lere tırmanıyordu. Zaten bundan sonra enflasyon dizginlenmemiş ve yüzde yüzü aşan enflasyon oranları ile Türkiye, 1971-1980 arası tanışmıştır.
 
Tabii bu dönem, aynı zamanda, darbeler ve darbeleri takip eden IMF reçeteleri dönemiydi. 12 Eylül darbesinin gerçekleştiği 1980 yılında Türkiye yüzde 2.8 daralmıştı. Yani ülkede hem durgunluk hem de enflasyon atbaşı gidiyordu.
 
Plan derken...
 
Şimdi biz tabii ki plan deyince bu paradigmayı anlamıyoruz.
 
Türkiye, dışa tam açık, piyasa giriş ve çıkışlarının serbest olduğu, en küçüğünden en büyüğüne kadar dış pazarlarda rekabet eden, buna bağlı olarak, uygun ölçeğe ve teknolojiye sahip şirketleri barındıran bir ekonomi...
 
Peki, böyle bir ekonomide plan nasıl olur? 11. Kalkınma Planı, tıpkı 10. Plan gibi, teknolojiyi başat bir üretim faktörü olarak ele alan ve piyasaya girişlerini daha da serbestleştiren, yatırım ortamını iyileştiren, rekabeti öne çıkaran yeni bir kalkınma paradigmasına dayanmaktadır. Bu anlamda, bir hedefler çerçevesidir.
 
Türkiye’nin yeni sanayi devrimini yakalamasını sağlayacak bir sanayileşme, üretim ve teknoloji atılımı bu planın temel çıkış noktasıdır.
 
Ancak, yukarıda da anlattığımız gibi, Türkiye’nin şöyle bir tarihi deneyimi var: Eğer ki insan merkezli, yerli-milli odaklı para ve maliye politikalarıyla bu vizyon desteklenmezse, yine iflas etmiş, yüksek faize, borçlanmaya, üretmek yerine borçlanarak ithal etmeye dayanan para ve maliye politikalarıyla devam edersek, plan, geçmişte olduğu gibi, kâğıt üzerinde kalmaya mahkûmdur.