Büyüme mi makroekonomik istikrar mı?

27.04.2021 18:44
Bir ekonomide sıklıkla kullanılan makroekonomik verilerin başında belirli bir dönemde üretilen katma değerin önceki dönemlere göre ne kadar arttığını/azaldığını gösteren milli gelir büyüme rakamları gelir. Büyüme oranları ne kadar yüksek olursa, ülkenin o kadar güçlü olduğu varsayılır. Yüksek büyüme oranına ulaşabilen ekonomilerde, yurtdışından yoğun sermaye girişi ve yurtiçinden de yüksek yatırım harcamalarının yapıldığı gözlenir. Ancak büyüyebilmek için neleri feda ettiğiniz daha önemlidir. Zira ekonomiler için güçlü olmak; ülkelerin ne kadar yüksek oranda büyüdüğü değil, sürdürülebilir büyümeyi ne ölçüde başarabildiği olarak tanımlanır.

Hayatın birçok alanında gözün ilk gördüğü ve inandığı değerler, gerçeklerle uyumlu olmayabiliyor; yanılgılar zamanla anlaşılıyor. Mesela benim kuşağımdakilerin severek izlediği çizgi film karakterlerinden, daha heybetli görünen Kabasakal mı güçlüdür yoksa cılız gibi duran Temel Reis mi? Ya da diğer bir benzetmeyle hızlı koşmasıyla ünlü tavşan mı hedefe ilk ulaşan olur, yoksa stratejik adımlar atıp ağır da olsa doğru ve sürekli adımlar atmayı bilen kaplumbağa mı?



Literatürde farklı şekillerde tanımları yapılsa da makroekonomik istikrar, dengeli bir ekonomik refahı sağlayan stratejilerin bütünü olarak ifade edilebilir.

Türkiye ekonomisi 2020 yılında %1,8 oranı ile 194 ülke içerisinde en hızlı büyüyen 14. ülke oldu. Salgın koşullarına rağmen olağanüstü genişlemeci kamu maliyesi teşvikleri, olağanüstü kredi genişlemesi ve alışılagelmemiş finansal piyasa tercihleri sayesinde G20 ülkeleri içinde de %2,3 oranında büyüyen Çin’den sonra en hızlı büyüyen ülke olmayı da başardı. Büyüdük büyümesine ama ihtiyacımız olan kişi başına milli geliri bir türlü yeniden artış ivmesine döndüremedik, döndüremiyoruz. Dahası görece yüksek büyüme oranına rağmen, ne yatırım harcamalarında bir iyimserlik var ne de yurtdışından gelen kayda değer bir yabancı sermaye… Ekonomik olarak gerçek bir başarıya ulaşmak istiyorsak, esasında bunu başarabilmeliyiz. Çünkü reel büyüme yanıltıcı olabilir, oysaki kişi başına milli geliri artırabiliyorsak işsizliği azaltabiliyor, kazancı daha adil bir şekilde dağıtabiliyor ve uluslararası rekabetimizi koruyabiliyoruzdur. Bu yüzden bir istikrar analisti olarak tek bir veriye bakmam gerekiyor olsaydı, kişi başına milli gelir rakamlarına odaklanmayı tercih ederdim.



Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre, Türkiye’de kişi başına milli gelir 2002 yılındaki 3.608 dolardan 2008’de 11.018 dolar seviyesine kadar yükseldikten sonra yüzyılın krizi olarak ifade edilen Küresel Kriz molasından sonra 2013’te 12.582 dolar ile zirvesine ulaştı. Grafikten de görebileceğiniz üzere; maalesef o tarihten bu yana sürekli kan kaybetmekteyiz.  Hâlbuki reel büyümemiz 2020’de dünya sıralamasına girmişti değil mi? Bugünün temel makroekonomi sorunlarının başında; bir dönem biz iktisatçıların “orta gelir tuzağı” tartışmalarını rafa kaldıran bu eğilimin, yeniden ne zaman ve nasıl artışa geçirebileceği gelmektedir. Tüm paydaşlara düşen çok zorlu bir dizi ev ödevinden ve yapısal reformlardan bahsediyoruz; ama geçmişte başardıysak yine başarabileceğimize inanmalıyız.

İçinde bulunduğumuz dönemde momentum etkisiyle güçlü büyümeler kaydetmeye devam edeceğimiz öngörülüyor, ancak tahminlerime göre maalesef bu yılın sonunda da kişi başına düşen milli gelirimiz bir miktar daha eriyecek. Görünen o ki, Türkiye ekonomisi 2002-2013 döneminde önemli merhaleleri aşabilmiş olsa da ne yazık ki son yıllarda yeniden 2006 seviyelerine döndü. Neticede orta sınıf önemli ölçüde eridi, gelir adaletsizliği küresel eğilimlerle de uyumlu olarak arttı, hayat kalıcı bir şekilde pahalı hale geldi, hem finans hem reel sektörde ciddi riskler birikti. Oysa en başarılı dönem olarak görünen 2006-2008 dönemi yönetişim prensiplerine dönebilsek küresel kırılganlıklara rağmen yeniden sahip olduğumuz potansiyeli ortaya çıkarmamız mümkün olabilir. Muhtaç olduğumuz kudret gerçekten de damarlarımızdaki asil kanda mevcut. Türkiye gerek jeostratejik konumu ile gerek eğitim seviyesine göre üretken/girişimci reel sektörü ile çok daha iyi bir tabloyu hak ediyor. Huzurlu ve mutlu bir Türkiye ekonomisi için makroekonomik istikrarı yeniden tesis etmeli dolayısıyla odağımızı reel büyüme rakamlarından; düşük enflasyon, düşük işsizlik oranları, daha adil gelir dağılımı ve başta eğitim seviyesini güçlendirecek şekilde yapısal reformlara çevirmeliyiz. Teşbihte hata olmaz imiş; “Safinaz’a ulaşmak” için ihtiyaç duyduğumuz ıspanaklar burada saklı…

Kıssadan hisse

“Bir ulusun asker ordusu ne kadar güçlü olursa olsun, kazandığı zafer ne kadar yüce olursa olsun, bir ulus ilim ordusuna sahip değilse, savaş meydanlarında kazanılmış zaferlerin sonu olacaktır. Bu nedenle bir an önce büyük, mükemmel bir ilim ordusuna sahip olma zorunluluğu vardır. … Biz cahil dediğimiz zaman, mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz. Kastettiğimiz ilim, hakikati bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi, hiç okumak bilmeyenlerden de hakikati gören gerçek alimler çıkabilir.” Gazi Mustafa Kemal Atatürk